BİR SERAMİK HİKÂYESİ… ADİL CAN NURSAN SANAT ATÖLYESİ
BİR SERAMİK HİKÂYESİ… ADİL CAN NURSAN SANAT ATÖLYESİ
Öğretmen–Yazar Recep helvacı “Yaşadığı her olay Adil Can’ı sanata yöneltmiş, yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim. Çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler.” ADİL CAN ANLATTI BEN YAZDIM: “Yenişehir tarafından geldik İznik’i gezmek için. Tepede durduk
Haber Giriş Tarihi: 19.04.2022 00:00
Haber Güncellenme Tarihi: 19.04.2022 00:00
Kaynak:
Haber Merkezi
https://www.bursasehrengiz.com/
Öğretmen–Yazar Recep helvacı
“Yaşadığı her olay Adil Can’ı sanata yöneltmiş, yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim. Çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler.”
ADİL CAN ANLATTI BEN YAZDIM:“Yenişehir tarafından geldik İznik’i gezmek için. Tepede durduk göle doğru inen yemyeşil manzaraya baktık büyülenmiş gibi… Sonra döne döne ilerledik minare merdiveni misali kıvrım kıvrım yoldan. Düzünde, yeşillikten parmak ucu kadar toprak görünmeyen; zeytini, müşküle üzümü, mevsimlik ve turfanda her türlü sebze ve meyvenin yurdu o güzel kente vardık. Arabamızdan iner inmez Küçük Ayasofya’yı -Hıristiyanlıkla ilgili çok önemli kararların alındığı VII. Konsül burada toplanmış- diğer Roma-Bizans kiliselerini, Antik Roma tiyatrosunu, Osmanlılardan kalma Sarı Saltık türbesini, Yeşil cami ile Nilüfer Hatun imaretini -şimdi müze olarak kullanılıyor- zevk alarak dolaştık. Sora adını verdiği serin göl kıyısına vardık. Burası ayrı bir güzel… Sandala bindik: O da ne suyun altında kalmış kocaman bir yapı… Ve balıkçılar; koca koca sazanlar, yayınlar, tatlı su ıstakozu (kerevit) ve gümüş balığı ile doldurmuşlar sandallarını; avdan dönüyorlar.”
Tarih kokuyor burası, Kazdığınız her yerden yeni bir eser çıkıyor, sözün kısası İznik’in altında bir İznik daha yatıyor. 1075-1086 yılları arasında Anadolu Selçuklu devletine başkentlik yapmış. 1097 de tekrar Bizans egemenliğine, 1105’te yeniden Selçuklulara geçen şehir 1147’de tekrar Bizans’a tabi olmuş. 1204’de de Dördüncü Haçlı ordularının İstanbul’u İşgalinden sonra Bizans’a (İznik Rum İmparatorluğu) başkentlik yapmış. 1331 yılında ise Osmanlı egemenliğine girmiş. Cihan Savaşı sonrasında Yunan işgaline uğrayan kent Kurtuluş Savaşı ile yakılmış yıkılmış olarak geri alınabilmiş. Tarihte pek az kent İznik kadar değişik devletlere başkentlik yapmıştır.
“Onun için burası tarih kokuyor” dedim.
SERAMİK ATÖLYESİ
İznik’in bu tarihi özelliği kültürüne ve sanatına da yansımış. Mozaiklerde Ortodoks kutsallığını ve Bizans kültürünü yansıtırken seramik ve çinilerde Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’nın birbirini tamamlayan ve birbiri üzerinde yükselen güzelliklerini yansıtıyor. Günümüzde kırkı aşkın çini ve seramik atölyesi, kenti Dünya çapında bir sanat merkezi haline getirmiş. Dolayısıyla en önemli uğrak yerimiz, böylesi işletmelerin önemlilerinden olan bir çini ve seramik atölyesi olmalıydı; öyle de oldu:
‘Adil Can-Nursan Seramik Atölyesi’ndeyiz. Karı-koca ikisini de lise yıllarından tanıyorum. Öğrencim oldular… Dereden tepeden konuşuyoruz. Can en çok, Kasap Necmettinlerden İstanbul’da oturan annesine götürmek için aldığı -neredeyse bir but büyüklüğündeki- dana etiyle aklımda kalmış. Bir de tabi büyük toprak sahibi oluşlarıyla… Söz dönüp dolaşıp Can ve Nursan’ın nasıl seramikçi olduklarına geliyor: Adil Can, “İnegöl, İstanbul ve Ankara’nın okullarını dolaşıp lise diplomamı aldıktan sonra, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraştım ve son durağımız burası, bu seramik atölyesi oldu,” diyor söze başlarken. “Öyle tutku ki bu işle uğraşmak, elinize çamuru değdiğinde, bir daha parmaklarınızı onun bulaşığından kurtaramıyorsunuz. Bizimki de öyle oldu, tıpkı -babaannemin kardeşi- Abdurrahman dayıma olduğu gibi… Aslında babamın dayısı Abdurrahman Usta… Sevdiği kızın başkasıyla evlendirilmesi sonucu yeri-yurdu yani İnegöl’ü terk etmiş, oradan oraya gezerken, yolu Kütahya’ya düşmüş ve eli seramik çamuruna değmiş, bir daha da bırakamamış, bu konuda aranan bir usta olmuş. Öyle ki hayatta hiç evlenememiş olan dayı, kendine eş olarak seramiği seçmiş. Sonradan düşünüyorum da; bu onun fıtratında varmış diyorum kendi kendime: Biz küçücükken önümüze bir bez örtü açar üzerine yoğrulmuş çamur koyar birlikte bir takım şekiller yapardık. Benim de elime seramik çamuru o yıllarda bulaşmış oldu. Dayı, abisinin torunu Feridun Oral’la beni de götürürdü gittiği yerlere. Oralarda seramik fırınlarında çalıştırırdı. Ben desen çizmeyi, Feridun resim yapmayı severdi. Çizdiğimiz desenleri ve resimleri seramiklerin üzerine uygular, boyar ve fırına atardık. Ne hikmetse fırından çıkardığımız seramiklerin boyalarının aktığını görürdük. Yalvarırdık dayıya neden böyle oluyor açıkla bize diye… O, güler geçerdi. Ama sonra bulduk kendi kendimize, nerede hata yaptığımızı; onun da istediği buymuş zaten…” ‘ÜFLEYECEKSİN EVLADIM!’
Aklıma geldi birden, işin püf noktasını bilmek deyimi: Hani anlatırlar ya, ben usta oldum artık deyip kendine çini atölyesi açan birini… Hani en ince ayrıntısına kadar ustasının dediklerini uyguladığı halde fırından çıkardığı çinilerinin sırlarının çatladığını… Adamcağız mahçup-mahsun ustasına koşmuş, derdini anlatınca ustası: “Peki sen çinilerini fırına atmadan önce üzerlerine üfledin mi?” “Hayır” demiş kalfa… Usta asıl dersi bu sırada vermiş; “Üfleyeceksin evladım, üfleyeceksin ki çinilerin üzerinde hava kabarcığı kalmasın. Kalırsa eğer -sıcağı görünce- genleşen hava, kabarcığın içinden çıkmak için çininin sırını çatlatır ve ürün bozuk çıkar.” Kalfa, kafasızlığına çok üzülmüş. O, ustası çinilerin üzerine üfledikçe, dua okuyup, üflüyor zannedermiş, gereksiz gördüğü için aynı hareketi yapmamış. Şimdi anlıyormuş işin püf noktasını…Bir de şunu soracağım: Tüm anlatımlarında dersin ya; “Abdurrahman dayım söğüt çubuğunu hiç yanından ayırmazdı, onu hep cebinde taşırdı, hatta ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen biz o çubuğu hala saklarız ve baktıkça kendisini hatırlarız…” Nedir o: Çini ustasının üflediği gibi seramiklerin üzerindeki kabarcıkları patlatmak için kullanılan ortası delik bir üfleme aracı mı, yoksa başka bir şey mi?.. Güldü: “Yok hocam, onun ki seramiklere şekil vermek için kullandığı ucu sivri -maket bıçağı mı desem, ne desem- bir alet işte… Biz yaptıklarımıza sadece nazar değmesin diye okur-üfleriz.”
ANADOLU SERAMİKLERİ
Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler. Yaşadığı her olay Can’ı sanata yöneltmiş: Baba dayısının önüne oyun diye koyduğu çamurlar, o dayının peşinde gezerek tanıdığı seramik fırınları, annesiyle birlikte gittiği Ankara da liseye başlaması, buradayken Halide Edip hanımefendiyle tanışıp onun dizi dibine oturarak öyküler dinlemesi, hatta babaannesinin bir rüyaya dayanan evliliği… Adil Can’ın yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. “Bizim yaptığımız işe Anadolu Seramikleri diyebilirsiniz. Selçuklularla Bizanslılar çok yakın ilişkilerde bulunmuşlar: Selçuklular İznik’i aldıkları zaman Bizanslılar oradan ayrılmamışlar, İznik tekrar Bizans’a geçince de Selçuklu ustalar İznik’i terk etmemişler. Evlenmişler, çoluk-çocuk sahibi olmuşlar, birlikte aynı atölyelerde çalışmışlar, aynı desenleri, aynı renkleri kullansalar bile birinin Selçuklu, diğerinin Bizans eseri olduğunu duyumsatacak ustalıklar katmışlardır yaptıklarına. Bunda, her sanatçının genetiği, içinde yaşadığı toplumun örf-adet ve gelenekleri, dahası inançları rol oynamış. O yüzden bizim çıkış noktamız Bizans seramikleridir. Doğal olarak, neolitik çağlardan Burdur Hacılar seramiklerini, Roma terrekota seramiklerini ve bunlarda uygulanan teknikleri inceledik, gerektiğinde uyguladık. Bu basamakları çıka çıka Bizans’a, Selçuklulara, Beylikler Dönemi’ne, Osmanlılara kadar uzanan bir yolu yürüyerek geldik; İznik seramik ve çinilerine. Bunlara yavaş yavaş kendi yorumlarımızı da katarak yeni versiyonlar çıkardık. Bu yaptıklarımızın şablonu yok, ikincisi de yok, elimizde fotoğrafları bile yok; onlar her alanda birer tane… İlerde -belki elli yıl sonra- Adil Can seramikleri koleksiyonu yapılacaksa, üzerlerinde benim damgam olmalı, her bakan bu onun eseri diyebilmeli, aa bunun kestane rengi de varmış, fildişi de deyip koleksiyonunu zenginleştirmeye çalışmalı. Bu gün de değerimizi bilen yok mu, var elbet ama biz kalıcı olmak, iz bırakmak istiyoruz…
SİPARİŞLE ÜRETİM
Osmanlılar zamanında da İznik’te büyük çapta seri üretimler yapılmış fakat bunların sanat yönleri biraz eksik olmuş çünkü yapılan işler fermanla, siparişle, şu cami, şu türbe ya da saray için şu kadar üretilsin buyruğuyla hayat bulmuşlar. Günümüzde de çini ve seramikten büyük kazanç sağlayanlar var: Onlar, Kütahya seramiklerinin üzerine İznik desenleri yapıyorlar ve seri üretime geçerek güzel gelir sağlıyorlar ama bunların kalıcı olacaklarını ve koleksiyonlarının yapılacağını hiç sanmıyorum. Ben daima kendimden daha iyilerinin olduğunu düşünerek çalışırım. İnanırım ki benden iyisi yok dersem bir adım ileri gidemem.
‘A SENDE Mİ BURDAYDIN?’
Eşim Nursan’la otuz yıla yakın bir zamandır birlikte çalışıyoruz. Gençler arasında belki bu kadar uzun bir süredir aynı işte birlikte çalışan pek bulunmaz. Biz bu durumdan hiç yakınmıyoruz ve birbirimize yettiğimizi düşünüyoruz. Benim gece dışarıya çıkma alışkanlığım da yoktur. Aklımız fikrimiz yaptığımız iştedir. Düşümde bile ben yeni desenler üretir yeni teknikler düşünür sabah olunca onları bir an önce uygulamaya geçiririm. Bazen bir çanağın içine dalar gideriz, çıktığımızda birbirimize bakar aa sen de mi buradaydın deriz. Bizim işimiz yarım bırakmaya gelmez: Kıvama gelen bir çanağı o gün boyayacaksınız, eğer sonra yaparım diye bırakırsanız olmaz, yaptığınız çalışma boşa gider. Sözün kısası seramik size uymaz, siz ona uymak zorundasınız.
Halen Anadolu’da üretilen bütün seramikleri geleneksel malzeme ve teknikleri uygulayarak yapmaktayız. Atölyemizde: M.Ö 5000’li yıllardan bu yana üretilen perdahlı kaplar, redüksiyonlu -kırmızı beyaz figürlü- Grek seramikleri… Beyaz hamurlu Roma röliyefli seramikler… Bizans ve Selçuklu sgrafitto -astar kazıma teknikli- seramikler… Slip -astar bezeme- tekniği ile yapılan seramikler… Renkli sırlı siyah desenli Selçuklu ve Osmanlı seramikleri… Beylikler Dönemi’nin mavi beyaz seramikleri… Çanakkale seramikleri ve 18. yy Kütahya çinileriyle 15-16-17. yy İznik çinilerini burada bulduğumuz hammaddeyle başarıyla üretmekteyiz.
Buraya kadarki konuşmalarımdan anlamışsınızdır benim gelenekçi olduğumu: Ben eşimle bile geleneksel yöntemle evlendim; yani görücü usulüyle… Bir gün babam dedi ki: ‘Çok güzel bir kız gördüm onu sana alalım.’ Olur dedim gittik görmeye ve -beğenirsem- istemeye… Elinden kahvelerimizi içtik. Tam da benim istediğim özellikte ve güzellikteydi. Evlendik. Benim aileme benden daha çok sahip çıktı. Aile büyüklerime zor zamanlarımda baktı. Hatta benim ustam Abdurrahman dayıma bile… O günden bu güne hiçbir konuda ayrı düşmedik. En az benim kadar yaptığımız işte ustalaştı. Canı sıkılınca ya da yorulunca şöyle göle doğru yürür gelir, o arada bile onsuzluk bana zor gelir. İki oğlumuzla birlikte mutlu bir aileyiz. Çocuklarımız, işimize uygun okullarda okuyorlar. Onlar da çini ve seramik işini seviyorlar. Bizi en çok bir arada tutan seramiklerimizin üzerine çizdiğimiz sevgi melekleri ve sevgi kuşları…”
BUTİK ÇALIŞMALAR
Karma ve kişisel birçok sergi açan Adil Can ve Nursan çifti kendi tasarımlarını da -yukarıda adı geçen- aynı felsefe ve tekniklerle üretmekte ve genelde butik çalışmaktadır. Adil Can-Nursan Sanat Atölyesi aynı zamanda Anatolian Arts Clup üyesidir. Yaptıkları tüm eserler Kültür ve Turizm bakanlığı tarafından sanat eseri olarak kabul edilmiştir. Ayrıca kullandıkları teknikler üniversitelerin ilgili bölümlerinde araştırma konusu olmaktadır. Adil Can İznik’te açılan Uludağ Üniversitesi’nin Çini ve seramikle ilgili yüksek okulunda dört yılı aşkın bir süre dersler vermiştir. Bu okulu güzel sanatlar fakültesine dönüştürüp bünyesinde bir İznik Çinileri araştırma ve geliştirme enstitüsü kurma çabalarında başarılı olamayınca öğreticilik görevini bırakmıştır.
ANKARA SERÜVENİ
Can anlatmayı sürdürüyor: “Hocam ben Hüsnü dedemle babaannemde gördüğüm aile bütünlüğünü ve sargınlığını, kendi anne ve babamda görmedim. Onlar ne kadar parçalanamaz bir birliktelik yaşadılarsa babam ve annem de o derece zayıftılar birbirlerine bağlanmakta. Ben kendimi bildim bileli -yani ilkokul yıllarımdan beri- onlar ayrıydılar. Ama çok modern insanlar olduklarından aralarında hiç küslük falan olmadı. İlişkilerini hiç kesmediler ya da bize hissettirmediler. Ben babamın yanında, Hüsnü dedemlerle kaldım, kız kardeşim İstanbul’a annemin yanına gitti ama istediğimiz zaman her ikisinin yanında kalırdık. Ortaokulu bitirdiğimde İstanbul’da annemin yanındaydım: O sırada annemin amcasının eşi şizofreniye yakalanmış. Çocukları olamadığından bakması için annemden ricada bulunmuşlar, o da kabul etmiş. Ankara’da yaşayan bu insanların yanına giderken beni de götürdü. Lise birinci sınıfı orada okudum ve o sene sınıfta kaldım. Ama benim için bu bir kayıp değil kazançtı. Çünkü amcanın eşi, Halide Edip Adıvar’ın kız kardeşiydi ve bu sayede o muhterem hanımefendiyi tanıdım, onun dizi dibine çökerek öyküler dinledim. Dede Amca da az adam değildi; o da İsmet paşanın yanında Lozan Konferansı’na katılan on bir kişiden biriymiş. Üstelik dedemle ikisinin amcaları da Kısas-ı Enbiya’nın yazarı, Osmanlı hukuk sisteminde önemli bir yeri olan Mecelle’nin baş aktörü, Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa imiş ve onu kızı Fatma Aliye hanım da Türk Edebiyatı’nın ilk kadın roman yazarı… Kısacası bir yıllık Ankara serüveni benim için ergenliğe adım attığım o anlarda, kültür ve sanata yönelmemde, -çini ve seramik dahil- yaptığım her işte sanatsal değerleri ön plana çıkarmamda önemli bir etken oldu.
KASIRGA NURİ
Babam, Bohem hayatı yaşamayı severdi. Ömrü boyunca hiçbir işte çalışmadı. Gerek de yoktu çalışmasına çünkü her yerden akarı vardı. En başarılı olduğu alan futboldu. Bursa Akın Spor’da oynarken futbol çevrelerindeki adı Kasırga Nuri’ymiş. Top ayağına geldiğinde mutlaka golünü atarmış. Çok iyi yaptığı bir başka iş daha vardı: Akordeon çalmak… Aleti konuştururdu adeta. Bu nedenle eğlence alemlerinin aranan adamıydı. Çok da güzel dans ederdi. İlerlemiş yaşında bile gençlerle birlikte eğlence hayatına katılmaktan geri durmadı. Kısacası babamı, elde avuçta tutulması zor bir adamdı, belki de annemle ayrılma nedeni onun bu Bohemist yaşam felsefesiydi.
Annemin babası Yenişehir’de baytarmış önceleri. Her halde o yıllarda baytarlık yapanların sayısı çok az olduğundan dedem,- büyük toprak sahibi oldukları ve çok sayıda hayvan da baktıklarından- İnegöl’deki dedemlere ailecek sıkça gelir giderlermiş. Babamla annem işte o zaman tanışmışlar. Tabii ki güzeller güzeli annemi babaannem de pek beğenmiş; zaten ailede, onun benimsediği bir işin gerçekleşmemesi olanaksızmış. Sonraları anne tarafından dedem de İnegöl’e taşınmış yıllarca belediye veterinerliği yapmış. Renk getirmişler annemle babam, -giyinişleri ve sosyal davranışlarıyla- İnegöl’ün hatta yeri geldikçe Bursa’nın düğün ve arkadaş eğlencelerine. Hiç yokluk yaşamadı babam, zorluk da görmedi. Bunun için bonkördü, herkesin yardımına koşardı. Devlet görevlileri tarafından bir dediği iki edilmezdi. Dostluğu her zaman aranan biriydi. Anne-baba ve babaannenin soylarından söz ederken heyecanlanıyor Adil Can: Baba tarafının Hadim Oğullarından geldiğini ve köklerinin Mevlana’ya kadar dayandığını anlatıyor. Bu insanların Bulgaristan fetihleri sırasında bu yöreye müderris ya da vali olarak gönderildiğinden dem vuruyor. İşin tarihi gerçeğini tam olarak açıklamak olanaksız ama bana Konya’nın Hadim diye bir ilçesinin olması bende bu savın doğru olabileceği inancını uyandırdı. Sonraları Koçoğulları diye anılmaya başlayan aile Bulgaristan’ın Filibepazarcığı’nda yüzyıllar boyu varlığını sürdürmüş. Doksanüç Harbi yılları ve sonrasında ailenin reisi Şişko Mustafa’dır. Torunu Hüsnü’ün aklına, asker olmayı ve kendilerine çok acılar çektiren Ruslardan öç almayı o sokmuş. Aile, Bulgarların bağımsızlıklarını ilan ettikleri 1908 yılında, buradan göç etmek zorunda kalmış. Göçten önce Mustafa dede ölmüş, aile reisliği Hayati beye geçmiştir. Göç onun önderliğinde gerçekleşmiş ve aile önce İstanbul’u, sonra da İnegöl’ü mesken tutmuştur. Bu nedenle aile İnegöl’de H A YA T İ L E R olarak bilinir.
DEDESİ VE BABAANNESİ
Ünlü ve zengin dedelerinin mayalarıyla yoğrulmuş Adil Can’ın hamuru: Onlarla tarih yazmış, onların varlığı ile onurlanmış, saraylarda yaşamış, bu dedelerden aldığı coşkuyla seramikleri şekillenmiş. Bir yandan babaannenin babası -ön adı olarak taşıdığı- Adil dedeyle başlayıp on sekizinci yüzyıl başlarında yaşamış Kavanoz Ahmet Paşa’ya kadar uzanan dedeler silsilesi, anne tarafından veteriner dedeyle Ahmet Cevdet Paşa’ya ulaşmakta; büyükbaba Hüsnü dedeninki ise Koçoğulları ve Hâdimoğulları adlarını alarak Mevlana’ya kadar uzanmaktadır.
Adil Can yanlarında büyüdüğü Hüsnü dedesiyle babaannesinden öğrenmiştir aile yaşamını ve sıcaklığını. Onlar ‘Can’a’ can katmışlardır adeta. Onların yanında kurduğu sevimli ailesinin sevilen babası olmuştur.
Sizlere daha iyi hizmet sunabilmek adına sitemizde çerez konumlandırmaktayız. Kişisel verileriniz, KVKK ve GDPR
kapsamında toplanıp işlenir. Sitemizi kullanarak, çerezleri kullanmamızı kabul etmiş olacaksınız.
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.
BİR SERAMİK HİKÂYESİ… ADİL CAN NURSAN SANAT ATÖLYESİ
Öğretmen–Yazar Recep helvacı “Yaşadığı her olay Adil Can’ı sanata yöneltmiş, yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim. Çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler.” ADİL CAN ANLATTI BEN YAZDIM: “Yenişehir tarafından geldik İznik’i gezmek için. Tepede durduk
Öğretmen–Yazar Recep helvacı
“Yaşadığı her olay Adil Can’ı sanata yöneltmiş, yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim. Çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler.”
ADİL CAN ANLATTI BEN YAZDIM: “Yenişehir tarafından geldik İznik’i gezmek için. Tepede durduk göle doğru inen yemyeşil manzaraya baktık büyülenmiş gibi… Sonra döne döne ilerledik minare merdiveni misali kıvrım kıvrım yoldan. Düzünde, yeşillikten parmak ucu kadar toprak görünmeyen; zeytini, müşküle üzümü, mevsimlik ve turfanda her türlü sebze ve meyvenin yurdu o güzel kente vardık. Arabamızdan iner inmez Küçük Ayasofya’yı -Hıristiyanlıkla ilgili çok önemli kararların alındığı VII. Konsül burada toplanmış- diğer Roma-Bizans kiliselerini, Antik Roma tiyatrosunu, Osmanlılardan kalma Sarı Saltık türbesini, Yeşil cami ile Nilüfer Hatun imaretini -şimdi müze olarak kullanılıyor- zevk alarak dolaştık. Sora adını verdiği serin göl kıyısına vardık. Burası ayrı bir güzel… Sandala bindik: O da ne suyun altında kalmış kocaman bir yapı… Ve balıkçılar; koca koca sazanlar, yayınlar, tatlı su ıstakozu (kerevit) ve gümüş balığı ile doldurmuşlar sandallarını; avdan dönüyorlar.”
Tarih kokuyor burası, Kazdığınız her yerden yeni bir eser çıkıyor, sözün kısası İznik’in altında bir İznik daha yatıyor. 1075-1086 yılları arasında Anadolu Selçuklu devletine başkentlik yapmış. 1097 de tekrar Bizans egemenliğine, 1105’te yeniden Selçuklulara geçen şehir 1147’de tekrar Bizans’a tabi olmuş. 1204’de de Dördüncü Haçlı ordularının İstanbul’u İşgalinden sonra Bizans’a (İznik Rum İmparatorluğu) başkentlik yapmış. 1331 yılında ise Osmanlı egemenliğine girmiş. Cihan Savaşı sonrasında Yunan işgaline uğrayan kent Kurtuluş Savaşı ile yakılmış yıkılmış olarak geri alınabilmiş. Tarihte pek az kent İznik kadar değişik devletlere başkentlik yapmıştır.
“Onun için burası tarih kokuyor” dedim.
SERAMİK ATÖLYESİ
İznik’in bu tarihi özelliği kültürüne ve sanatına da yansımış. Mozaiklerde Ortodoks kutsallığını ve Bizans kültürünü yansıtırken seramik ve çinilerde Bizans, Selçuklu ve Osmanlı’nın birbirini tamamlayan ve birbiri üzerinde yükselen güzelliklerini yansıtıyor. Günümüzde kırkı aşkın çini ve seramik atölyesi, kenti Dünya çapında bir sanat merkezi haline getirmiş. Dolayısıyla en önemli uğrak yerimiz, böylesi işletmelerin önemlilerinden olan bir çini ve seramik atölyesi olmalıydı; öyle de oldu:
‘Adil Can-Nursan Seramik Atölyesi’ndeyiz. Karı-koca ikisini de lise yıllarından tanıyorum. Öğrencim oldular… Dereden tepeden konuşuyoruz. Can en çok, Kasap Necmettinlerden İstanbul’da oturan annesine götürmek için aldığı -neredeyse bir but büyüklüğündeki- dana etiyle aklımda kalmış. Bir de tabi büyük toprak sahibi oluşlarıyla… Söz dönüp dolaşıp Can ve Nursan’ın nasıl seramikçi olduklarına geliyor: Adil Can, “İnegöl, İstanbul ve Ankara’nın okullarını dolaşıp lise diplomamı aldıktan sonra, çiftçilik ve hayvancılıkla uğraştım ve son durağımız burası, bu seramik atölyesi oldu,” diyor söze başlarken. “Öyle tutku ki bu işle uğraşmak, elinize çamuru değdiğinde, bir daha parmaklarınızı onun bulaşığından kurtaramıyorsunuz. Bizimki de öyle oldu, tıpkı -babaannemin kardeşi- Abdurrahman dayıma olduğu gibi… Aslında babamın dayısı Abdurrahman Usta… Sevdiği kızın başkasıyla evlendirilmesi sonucu yeri-yurdu yani İnegöl’ü terk etmiş, oradan oraya gezerken, yolu Kütahya’ya düşmüş ve eli seramik çamuruna değmiş, bir daha da bırakamamış, bu konuda aranan bir usta olmuş. Öyle ki hayatta hiç evlenememiş olan dayı, kendine eş olarak seramiği seçmiş. Sonradan düşünüyorum da; bu onun fıtratında varmış diyorum kendi kendime: Biz küçücükken önümüze bir bez örtü açar üzerine yoğrulmuş çamur koyar birlikte bir takım şekiller yapardık. Benim de elime seramik çamuru o yıllarda bulaşmış oldu. Dayı, abisinin torunu Feridun Oral’la beni de götürürdü gittiği yerlere. Oralarda seramik fırınlarında çalıştırırdı. Ben desen çizmeyi, Feridun resim yapmayı severdi. Çizdiğimiz desenleri ve resimleri seramiklerin üzerine uygular, boyar ve fırına atardık. Ne hikmetse fırından çıkardığımız seramiklerin boyalarının aktığını görürdük. Yalvarırdık dayıya neden böyle oluyor açıkla bize diye… O, güler geçerdi. Ama sonra bulduk kendi kendimize, nerede hata yaptığımızı; onun da istediği buymuş zaten…” ‘ÜFLEYECEKSİN EVLADIM!’
Aklıma geldi birden, işin püf noktasını bilmek deyimi: Hani anlatırlar ya, ben usta oldum artık deyip kendine çini atölyesi açan birini… Hani en ince ayrıntısına kadar ustasının dediklerini uyguladığı halde fırından çıkardığı çinilerinin sırlarının çatladığını… Adamcağız mahçup-mahsun ustasına koşmuş, derdini anlatınca ustası: “Peki sen çinilerini fırına atmadan önce üzerlerine üfledin mi?” “Hayır” demiş kalfa… Usta asıl dersi bu sırada vermiş; “Üfleyeceksin evladım, üfleyeceksin ki çinilerin üzerinde hava kabarcığı kalmasın. Kalırsa eğer -sıcağı görünce- genleşen hava, kabarcığın içinden çıkmak için çininin sırını çatlatır ve ürün bozuk çıkar.” Kalfa, kafasızlığına çok üzülmüş. O, ustası çinilerin üzerine üfledikçe, dua okuyup, üflüyor zannedermiş, gereksiz gördüğü için aynı hareketi yapmamış. Şimdi anlıyormuş işin püf noktasını…Bir de şunu soracağım: Tüm anlatımlarında dersin ya; “Abdurrahman dayım söğüt çubuğunu hiç yanından ayırmazdı, onu hep cebinde taşırdı, hatta ölümünün üzerinden yıllar geçmesine rağmen biz o çubuğu hala saklarız ve baktıkça kendisini hatırlarız…” Nedir o: Çini ustasının üflediği gibi seramiklerin üzerindeki kabarcıkları patlatmak için kullanılan ortası delik bir üfleme aracı mı, yoksa başka bir şey mi?.. Güldü: “Yok hocam, onun ki seramiklere şekil vermek için kullandığı ucu sivri -maket bıçağı mı desem, ne desem- bir alet işte… Biz yaptıklarımıza sadece nazar değmesin diye okur-üfleriz.”
ANADOLU SERAMİKLERİ
Gerçekten ben de yaptıkları eserlere baktıkça tü, tü, tü demeden geçemedim çünkü nazara gelecek kadar güzel ve sanatkâraneydiler. Yaşadığı her olay Can’ı sanata yöneltmiş: Baba dayısının önüne oyun diye koyduğu çamurlar, o dayının peşinde gezerek tanıdığı seramik fırınları, annesiyle birlikte gittiği Ankara da liseye başlaması, buradayken Halide Edip hanımefendiyle tanışıp onun dizi dibine oturarak öyküler dinlemesi, hatta babaannesinin bir rüyaya dayanan evliliği… Adil Can’ın yüreğini dantel gibi işlemiş onu seramikte SGRAFİTTO tekniğinin en büyük ustalarından biri yapmıştır. “Bizim yaptığımız işe Anadolu Seramikleri diyebilirsiniz. Selçuklularla Bizanslılar çok yakın ilişkilerde bulunmuşlar: Selçuklular İznik’i aldıkları zaman Bizanslılar oradan ayrılmamışlar, İznik tekrar Bizans’a geçince de Selçuklu ustalar İznik’i terk etmemişler. Evlenmişler, çoluk-çocuk sahibi olmuşlar, birlikte aynı atölyelerde çalışmışlar, aynı desenleri, aynı renkleri kullansalar bile birinin Selçuklu, diğerinin Bizans eseri olduğunu duyumsatacak ustalıklar katmışlardır yaptıklarına. Bunda, her sanatçının genetiği, içinde yaşadığı toplumun örf-adet ve gelenekleri, dahası inançları rol oynamış. O yüzden bizim çıkış noktamız Bizans seramikleridir. Doğal olarak, neolitik çağlardan Burdur Hacılar seramiklerini, Roma terrekota seramiklerini ve bunlarda uygulanan teknikleri inceledik, gerektiğinde uyguladık. Bu basamakları çıka çıka Bizans’a, Selçuklulara, Beylikler Dönemi’ne, Osmanlılara kadar uzanan bir yolu yürüyerek geldik; İznik seramik ve çinilerine. Bunlara yavaş yavaş kendi yorumlarımızı da katarak yeni versiyonlar çıkardık. Bu yaptıklarımızın şablonu yok, ikincisi de yok, elimizde fotoğrafları bile yok; onlar her alanda birer tane… İlerde -belki elli yıl sonra- Adil Can seramikleri koleksiyonu yapılacaksa, üzerlerinde benim damgam olmalı, her bakan bu onun eseri diyebilmeli, aa bunun kestane rengi de varmış, fildişi de deyip koleksiyonunu zenginleştirmeye çalışmalı. Bu gün de değerimizi bilen yok mu, var elbet ama biz kalıcı olmak, iz bırakmak istiyoruz…
SİPARİŞLE ÜRETİM
Osmanlılar zamanında da İznik’te büyük çapta seri üretimler yapılmış fakat bunların sanat yönleri biraz eksik olmuş çünkü yapılan işler fermanla, siparişle, şu cami, şu türbe ya da saray için şu kadar üretilsin buyruğuyla hayat bulmuşlar. Günümüzde de çini ve seramikten büyük kazanç sağlayanlar var: Onlar, Kütahya seramiklerinin üzerine İznik desenleri yapıyorlar ve seri üretime geçerek güzel gelir sağlıyorlar ama bunların kalıcı olacaklarını ve koleksiyonlarının yapılacağını hiç sanmıyorum. Ben daima kendimden daha iyilerinin olduğunu düşünerek çalışırım. İnanırım ki benden iyisi yok dersem bir adım ileri gidemem.
‘A SENDE Mİ BURDAYDIN?’
Eşim Nursan’la otuz yıla yakın bir zamandır birlikte çalışıyoruz. Gençler arasında belki bu kadar uzun bir süredir aynı işte birlikte çalışan pek bulunmaz. Biz bu durumdan hiç yakınmıyoruz ve birbirimize yettiğimizi düşünüyoruz. Benim gece dışarıya çıkma alışkanlığım da yoktur. Aklımız fikrimiz yaptığımız iştedir. Düşümde bile ben yeni desenler üretir yeni teknikler düşünür sabah olunca onları bir an önce uygulamaya geçiririm. Bazen bir çanağın içine dalar gideriz, çıktığımızda birbirimize bakar aa sen de mi buradaydın deriz. Bizim işimiz yarım bırakmaya gelmez: Kıvama gelen bir çanağı o gün boyayacaksınız, eğer sonra yaparım diye bırakırsanız olmaz, yaptığınız çalışma boşa gider. Sözün kısası seramik size uymaz, siz ona uymak zorundasınız.
Halen Anadolu’da üretilen bütün seramikleri geleneksel malzeme ve teknikleri uygulayarak yapmaktayız. Atölyemizde: M.Ö 5000’li yıllardan bu yana üretilen perdahlı kaplar, redüksiyonlu -kırmızı beyaz figürlü- Grek seramikleri… Beyaz hamurlu Roma röliyefli seramikler… Bizans ve Selçuklu sgrafitto -astar kazıma teknikli- seramikler… Slip -astar bezeme- tekniği ile yapılan seramikler… Renkli sırlı siyah desenli Selçuklu ve Osmanlı seramikleri… Beylikler Dönemi’nin mavi beyaz seramikleri… Çanakkale seramikleri ve 18. yy Kütahya çinileriyle 15-16-17. yy İznik çinilerini burada bulduğumuz hammaddeyle başarıyla üretmekteyiz.
Buraya kadarki konuşmalarımdan anlamışsınızdır benim gelenekçi olduğumu: Ben eşimle bile geleneksel yöntemle evlendim; yani görücü usulüyle… Bir gün babam dedi ki: ‘Çok güzel bir kız gördüm onu sana alalım.’ Olur dedim gittik görmeye ve -beğenirsem- istemeye… Elinden kahvelerimizi içtik. Tam da benim istediğim özellikte ve güzellikteydi. Evlendik. Benim aileme benden daha çok sahip çıktı. Aile büyüklerime zor zamanlarımda baktı. Hatta benim ustam Abdurrahman dayıma bile… O günden bu güne hiçbir konuda ayrı düşmedik. En az benim kadar yaptığımız işte ustalaştı. Canı sıkılınca ya da yorulunca şöyle göle doğru yürür gelir, o arada bile onsuzluk bana zor gelir. İki oğlumuzla birlikte mutlu bir aileyiz. Çocuklarımız, işimize uygun okullarda okuyorlar. Onlar da çini ve seramik işini seviyorlar. Bizi en çok bir arada tutan seramiklerimizin üzerine çizdiğimiz sevgi melekleri ve sevgi kuşları…”
BUTİK ÇALIŞMALAR
Karma ve kişisel birçok sergi açan Adil Can ve Nursan çifti kendi tasarımlarını da -yukarıda adı geçen- aynı felsefe ve tekniklerle üretmekte ve genelde butik çalışmaktadır. Adil Can-Nursan Sanat Atölyesi aynı zamanda Anatolian Arts Clup üyesidir. Yaptıkları tüm eserler Kültür ve Turizm bakanlığı tarafından sanat eseri olarak kabul edilmiştir. Ayrıca kullandıkları teknikler üniversitelerin ilgili bölümlerinde araştırma konusu olmaktadır. Adil Can İznik’te açılan Uludağ Üniversitesi’nin Çini ve seramikle ilgili yüksek okulunda dört yılı aşkın bir süre dersler vermiştir. Bu okulu güzel sanatlar fakültesine dönüştürüp bünyesinde bir İznik Çinileri araştırma ve geliştirme enstitüsü kurma çabalarında başarılı olamayınca öğreticilik görevini bırakmıştır.
ANKARA SERÜVENİ
Can anlatmayı sürdürüyor: “Hocam ben Hüsnü dedemle babaannemde gördüğüm aile bütünlüğünü ve sargınlığını, kendi anne ve babamda görmedim. Onlar ne kadar parçalanamaz bir birliktelik yaşadılarsa babam ve annem de o derece zayıftılar birbirlerine bağlanmakta. Ben kendimi bildim bileli -yani ilkokul yıllarımdan beri- onlar ayrıydılar. Ama çok modern insanlar olduklarından aralarında hiç küslük falan olmadı. İlişkilerini hiç kesmediler ya da bize hissettirmediler. Ben babamın yanında, Hüsnü dedemlerle kaldım, kız kardeşim İstanbul’a annemin yanına gitti ama istediğimiz zaman her ikisinin yanında kalırdık. Ortaokulu bitirdiğimde İstanbul’da annemin yanındaydım: O sırada annemin amcasının eşi şizofreniye yakalanmış. Çocukları olamadığından bakması için annemden ricada bulunmuşlar, o da kabul etmiş. Ankara’da yaşayan bu insanların yanına giderken beni de götürdü. Lise birinci sınıfı orada okudum ve o sene sınıfta kaldım. Ama benim için bu bir kayıp değil kazançtı. Çünkü amcanın eşi, Halide Edip Adıvar’ın kız kardeşiydi ve bu sayede o muhterem hanımefendiyi tanıdım, onun dizi dibine çökerek öyküler dinledim. Dede Amca da az adam değildi; o da İsmet paşanın yanında Lozan Konferansı’na katılan on bir kişiden biriymiş. Üstelik dedemle ikisinin amcaları da Kısas-ı Enbiya’nın yazarı, Osmanlı hukuk sisteminde önemli bir yeri olan Mecelle’nin baş aktörü, Tarihçi Ahmet Cevdet Paşa imiş ve onu kızı Fatma Aliye hanım da Türk Edebiyatı’nın ilk kadın roman yazarı… Kısacası bir yıllık Ankara serüveni benim için ergenliğe adım attığım o anlarda, kültür ve sanata yönelmemde, -çini ve seramik dahil- yaptığım her işte sanatsal değerleri ön plana çıkarmamda önemli bir etken oldu.
KASIRGA NURİ
Babam, Bohem hayatı yaşamayı severdi. Ömrü boyunca hiçbir işte çalışmadı. Gerek de yoktu çalışmasına çünkü her yerden akarı vardı. En başarılı olduğu alan futboldu. Bursa Akın Spor’da oynarken futbol çevrelerindeki adı Kasırga Nuri’ymiş. Top ayağına geldiğinde mutlaka golünü atarmış. Çok iyi yaptığı bir başka iş daha vardı: Akordeon çalmak… Aleti konuştururdu adeta. Bu nedenle eğlence alemlerinin aranan adamıydı. Çok da güzel dans ederdi. İlerlemiş yaşında bile gençlerle birlikte eğlence hayatına katılmaktan geri durmadı. Kısacası babamı, elde avuçta tutulması zor bir adamdı, belki de annemle ayrılma nedeni onun bu Bohemist yaşam felsefesiydi.
Annemin babası Yenişehir’de baytarmış önceleri. Her halde o yıllarda baytarlık yapanların sayısı çok az olduğundan dedem,- büyük toprak sahibi oldukları ve çok sayıda hayvan da baktıklarından- İnegöl’deki dedemlere ailecek sıkça gelir giderlermiş. Babamla annem işte o zaman tanışmışlar. Tabii ki güzeller güzeli annemi babaannem de pek beğenmiş; zaten ailede, onun benimsediği bir işin gerçekleşmemesi olanaksızmış. Sonraları anne tarafından dedem de İnegöl’e taşınmış yıllarca belediye veterinerliği yapmış. Renk getirmişler annemle babam, -giyinişleri ve sosyal davranışlarıyla- İnegöl’ün hatta yeri geldikçe Bursa’nın düğün ve arkadaş eğlencelerine. Hiç yokluk yaşamadı babam, zorluk da görmedi. Bunun için bonkördü, herkesin yardımına koşardı. Devlet görevlileri tarafından bir dediği iki edilmezdi. Dostluğu her zaman aranan biriydi. Anne-baba ve babaannenin soylarından söz ederken heyecanlanıyor Adil Can: Baba tarafının Hadim Oğullarından geldiğini ve köklerinin Mevlana’ya kadar dayandığını anlatıyor. Bu insanların Bulgaristan fetihleri sırasında bu yöreye müderris ya da vali olarak gönderildiğinden dem vuruyor. İşin tarihi gerçeğini tam olarak açıklamak olanaksız ama bana Konya’nın Hadim diye bir ilçesinin olması bende bu savın doğru olabileceği inancını uyandırdı. Sonraları Koçoğulları diye anılmaya başlayan aile Bulgaristan’ın Filibepazarcığı’nda yüzyıllar boyu varlığını sürdürmüş. Doksanüç Harbi yılları ve sonrasında ailenin reisi Şişko Mustafa’dır. Torunu Hüsnü’ün aklına, asker olmayı ve kendilerine çok acılar çektiren Ruslardan öç almayı o sokmuş. Aile, Bulgarların bağımsızlıklarını ilan ettikleri 1908 yılında, buradan göç etmek zorunda kalmış. Göçten önce Mustafa dede ölmüş, aile reisliği Hayati beye geçmiştir. Göç onun önderliğinde gerçekleşmiş ve aile önce İstanbul’u, sonra da İnegöl’ü mesken tutmuştur. Bu nedenle aile İnegöl’de H A YA T İ L E R olarak bilinir.
DEDESİ VE BABAANNESİ
Ünlü ve zengin dedelerinin mayalarıyla yoğrulmuş Adil Can’ın hamuru: Onlarla tarih yazmış, onların varlığı ile onurlanmış, saraylarda yaşamış, bu dedelerden aldığı coşkuyla seramikleri şekillenmiş. Bir yandan babaannenin babası -ön adı olarak taşıdığı- Adil dedeyle başlayıp on sekizinci yüzyıl başlarında yaşamış Kavanoz Ahmet Paşa’ya kadar uzanan dedeler silsilesi, anne tarafından veteriner dedeyle Ahmet Cevdet Paşa’ya ulaşmakta; büyükbaba Hüsnü dedeninki ise Koçoğulları ve Hâdimoğulları adlarını alarak Mevlana’ya kadar uzanmaktadır.
Adil Can yanlarında büyüdüğü Hüsnü dedesiyle babaannesinden öğrenmiştir aile yaşamını ve sıcaklığını. Onlar ‘Can’a’ can katmışlardır adeta. Onların yanında kurduğu sevimli ailesinin sevilen babası olmuştur.
En Çok Okunan Haberler