SON DAKİKA
Hava Durumu

BİR KÜLTÜR MİLLİYETÇİSİ: VANİ MEHMED EFENDİ

“Türk ve Türk kimliğinden” duyulan rahatsızlık ya da “kültür milliyetçiliğine tahammülsüzlük” Osmanlı’da da bir hastalıktı. Bu topraklarda kültür milliyetçisi olmanın zorluğunu ve de mutlaka bir bedel ödemeniz gerektiğini anlatan en iyi örneklerden birisi de 17. yüzyılın ünlü eğitimci ve din âlimi Vani Mehmed Efendi…

Haber Giriş Tarihi: 19.04.2022 00:00
Haber Güncellenme Tarihi: 20.04.2022 17:07
Kaynak: Haber Merkezi
https://www.bursasehrengiz.com/
BİR KÜLTÜR MİLLİYETÇİSİ: VANİ MEHMED EFENDİ

İbrahim Öge

OĞUZ HAN’IN ZÜLKARNYN OLDUĞUNU, ALLAH’IN ARAPLARIN YERİNE TÜRK KAVMİNİ GETİRDİĞİNİ SAVUNUYORDU…

Bu ülkede “Biz kimiz?” sorusuna verilecek o kadar çok cevap var ki!

Tek bir kelimeyle yapılması gereken kimlik tanımı, cennet vatanda “Osmanlıcı, İslamcı, sosyalist, laik, cumhuriyetçi, Atatürkçü, milliyetçi, batıcı” gibi uzayıp gidiyor.

1938 sonrası eğitim ve kültür gibi iki önemli başlıkta cumhuriyetin kurucularından intikam alırcasına yapılan makas değişimi, bugünün Türkiye’sinde meseleyi bir çatışma kaynağına dönüştürdü. Öyle ki dili Türk, bayrağı Türk, rengi Türk bu ülkede aynı ailenin bireyleri bile kimlik konusunda ayrıştı.

Nüfusun yüzde 90’ı Türkçe konuşmasına rağmen, memlekette “Türküm” demek, daha doğrusu vatandaşın kendisini sadece ve sadece Türk kimliğiyle ifade edebilmesi bile cesaret ister hale geldi. Örneğin “Ben Türk’üm” dediğiniz an, hemen ırkçı ilan ediliyorsunuz ya da İslam birliğini parçalamakla suçlanıyorsunuz.

Adı “Türkiye” olan şu devlette “böyle bir linç” neyle izah edilir bilmiyorum ama son yıllarda gelişen politik tavır, linç işini “’Türk’ diye bir ırk yoktur” inkarcılığına kadar götürdü. Üstelik bu tutum yani Türkü küçümseme veya yok sayma adeti yeni de değil.

“Türk ve Türk kimliğinden” duyulan rahatsızlık ya da “kültür milliyetçiliğine tahammülsüzlük”, Osmanlı’da da bir hastalıktı. Cepheye sürülen, can veren ve bu toprakların çilesini çekenin Türk olmasına rağmen… Tıpkı bugün olduğu gibi…

I.MEHMED’İN İMAMI

Sanıyorum sorunun nasıl bir kronik hastalığa dönüştüğünü, bu topraklarda kültür milliyetçisi olmanın zorluğunu ve de mutlaka bir bedel ödemeniz gerektiğini anlatan en iyi örneklerden birisi de 17. yüzyılın ünlü eğitimci ve din âlimi Vani Mehmed Efendi…

Mezarı bugün Kestel’de adına yaptırdığı caminin girişinde bulunan Vani Mehmed Efendi, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde sunulan bilgilere göre “Van’ın Hoşap (Güzelsu) kasabasında dünyaya geldi. Babası Bistâm Efendi’dir. Doğduğu şehre nispetle Vanî ve Hoşâbî nisbeleriyle anılmıştır. Bazı kütüphane kataloglarında ve bibliyografik eserlerde Vankulu Mehmed Efendi ile (ö. 1000/1592) karıştırılmıştır. Mehmed Efendi’nin tahsil hayatına ilişkin ayrıntılı bilgilere yalnızca Uşşâkīzâde’nin Hadâyiku’l-hakāyık fî Tekmileti’ş-Şekāyık Zeyli adlı eserinde rastlanır (vr. 269b). Onun belirttiğine göre Mehmed Efendi, Hoşap kasabasından küçük yaşlarda ayrılıp Van’a gelerek ilim tahsiline burada başlamış, ardından Tebriz, Gence ve Karabağ’a gitmiştir. Karabağ’da hocası Molla Nûreddin Efendi’nin yanında on yıla yakın bir zaman kaldıktan sonra Erzurum’a geçmiş ve İstanbul’a gidinceye kadar orada yaşamıştır.

Mehmed Efendi’nin Erzurum’da ilk görevi vâizliktir. Talebelerinden İshak b. Hasan Tokadî, Nazmü’l-ulûm adlı eserinde hocasını öğüt denizine benzetmiştir (vr. 66b). Vâizliğin yanı sıra ilim meclislerindeki sohbetleriyle de tanınan Mehmed Efendi, Zilhicce 1069’da (Eylül 1659) Erzurum beylerbeyi olarak şehre gelen Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın takdirini kazandı. Fâzıl Ahmed Paşa sadrazam olunca (Rebîülevvel 1072 / Kasım 1661) onu İstanbul’a davet etti ve IV. Mehmed ile tanıştırdı. Mehmed Efendi kısa sürede padişahın yakın ilgisini kazandı. IV. Mehmed yanından ayırmadığı Mehmed Efendi’nin vaazlarını ve huzur derslerini dinler, her vesileyle ona izzet ve ikramlarda bulunurdu. Mehmed Efendi, 1076’da (1665) İstanbul’da Yenicami kürsü vâizliğine ve hâce-i sultânîlik görevine getirildi. Bu arada Şehzade Mustafa’nın hocalığını üzerine aldı ve kendisine hünkâr vâizi pâyesi verilince bu görevi damadı Seyyid Feyzullah Efendi’ye devretti.

ORDU VAİZLİĞİ VE SÜRGÜNÜ

1683’te II. Viyana Kuşatmasına ordu vâizi olarak katılan Mehmed Efendi, Teşrifatçıbaşı Ahmed Ağa’nın Viyana Seferi Rûznâmesi’ne göre Viyana’yı kuşatan askerlerin siperlerini dolaşıp etkili sözlerle onları şevke getirmeye çalışmış ve bunda da başarılı olmuştur. Viyana Kuşatmasının bozgunla sona ermesi Mehmed Efendi’yi de etkiledi. Vezîriâzam Kara Mustafa Paşa, bu seferin gerçekleşmesini sağlayabilmek için onun da içinde bulunduğu bir gruba vaazlar verdirmişti. Mehmed Efendi, aslında bu işe pek taraftar olmayan padişahın ikna edilmesinde ve kamuoyu oluşturulmasında etkili olmuş, bu durum onu savaşın başlıca teşvikçileri arasına sokmuştu. Bu sebeple IV. Mehmed, kamuoyunda meydana gelen galeyanı hafifletmek üzere çok sevdiği hocasını görevlerinden uzaklaştırdı ve Bursa Kestel’e sürgüne göndermek zorunda kaldı. Sürgün olayı Mehmed Efendi’yi çok üzdü ve bundan az sonra 14 Zilkade 1096’da (12 Ekim 1685) vefat etti. Mezarı Kestel’de yaptırmış olduğu caminin girişinde bulunmaktadır…

Mehmed Efendi’nin hayratları vardır. Eskiden Papaz Bahçesi, Papaz Korusu denilen Üsküdar yakınlarındaki bir semti IV. Mehmed hocasına bağışlamış ve Boğaziçi’nde bulunan bu semt daha sonraları onun ismiyle Vaniköy diye anılmıştır. Semtin imarında Mehmed Efendi’nin büyük katkıları olmuştur. 1076 (1665) yılında buraya Vaniköy Camii’ni yaptırmış, ayrıca evler ve caminin yanına bir medrese inşa ettirmiştir. Cami ve ona ait bir yalı bugün halen mevcuttur. Padişah, Mehmed Efendi’ye cizye ve gümrük muhasebelerinden 2000 akçe verdirmiş, Bursa’da Kestel Kalesi ve çevresindeki birçok köyü de ona temlik ettirmiştir. Mehmed Efendi Kestel’de mescid, medrese ve imaret yaptırmıştır. Kestel’deki cami, sürgününden önce 1084 (1673) yılında yapılmıştır…” (TDK İslam Ansiklopedisi 28.Cilt, Sayfa 458/459)

HAKSIZ İTHAMLAR

Prof. Dr. Aydın Taneri’nin cümleleriyle “Vani Mehmed Efendi’nin en önemli eseri Arâʾisü’l-Ḳurʾân ve Nefâʾisü’l-Furḳān” isimli tefsir kitabıdır. “İsmail Hami Danişmend’e göre Vani Mehmed Efendi’nin düşmanları da meziyetleri çoktur; büyük başlar daima düşman kazanır: Eski İstanbul’un kozmopolit medresesini dolduran bu mutaassıp düşmanlar onun ilim sahasına Türk ırkını müdafaa etmiş olmasını İslam vahdetine helal verecek bir tefrikacılıkla tefsir etmişlerdir. Bu haksız ithamın tesiri Osmanlı müelliflerine kadar asırlarca sürmüş ve mesela Şemseddin Sami Fraşeri Kaamusü’l a’lam’ının VI. cildindeki “Vani” maddesinde Arnavut milliyetçiliğine kapılarak onu ‘milel-i saireye karşı olan taassubiyle meşhur’ gösterdiği gibi, Bursalı Tahir Bey bile Türk olduğu halde eski medrese zihniyetine uyarak ‘Müslümanların kalplerini birleştirmeye hizmet edemeyen siyasetten anlamayan alimlerdendir. (Osmanlı Müellifleri 1. Cilt Sayfa 462)’ şeklinde itham etmiştir. Tabi bu tuhaf ithamın yegâne sebebi Vani Mehmet Efendi merhumun, Arap medresesinden Türk medresesine intikal eden ve muhtelif ırklardan mürekkep Osmanlı uleması tarafından körüklenen “Arap Hayranlığı” ve “Türk Düşmanlığı” cereyanına sırf ilmi sebeplerle isyan etmiş olmasından ibarettir.  (Aydın Taneri-Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün Sayfa 61-62) 

TARTIŞMASIZ OĞUZ HAN

Peki ne olmuştu veya hangi fikri savunmuştu da Vani Mehmet Bey, o devirde ideolojik olarak linç edilmişti? Vani Mehmet Beyimizin tefsir kitabından konuyu izah edecek olursak. Öncelikle Oğuz Han bahsinde Kur’an’da Kehf Suresi’nde adı geçen Zülkarneyn için şu saptamayı yapıyor:

“Türkler Kur’an’da bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat Oğuz Han olduğu söylerler ki, bu hususta tereddüdü mucip(neden) olacak hiçbir nokta yoktur.” (Arâʾisü’l-Ḳurʾân 2. Cilt Sayfa 250)

Bu cümlesi bile o dönemin Arap hayranı ve Arap tefsirlerinden beslenen medrese alimlerini ayağa kaldırmaya yetiyordu. Çünkü bu medreselerde o tarihlerde, Kehf Suresi’nde bahsi geçen “Yecüc Mecüc”ü Türkler olarak yorumluyor, devamında Zülkarneyn için de “Milâttan önce 323’te ölen ve Aristo’nun talebesi olarak bilinen Makedonya Kralı Büyük İskender veya tarihte iki İskender’in varlığından dem vurup Kur’an’da Zülkarneyn diye anılan kişinin Hz. Îsâ’ya yakın bir dönemde yaşayan ikinci İskender değil, Hz. İbrâhim’le aynı çağda yaşayıp onun irşadıyla Müslüman olan, aynı zamanda Hızır’la da ilişkisi bulunan ilk İskender olduğu” anlatılıyordu. Yine bazı İslami kaynaklarda geçtiği üzere öğrencilere “Zülkarneyn’in Yemen’de hüküm süren Sa‘b b. Hâris b. Hemmâl el-Himyerî veya Ebû Kerib Şemmer Yur’iş b. İfrîkiş el-Himyerî adlı bir kral olduğu” bilgisi veriliyordu. (TDV İslam Ansiklopedisi 44. Cilt, Sayfa 564-567)

Ama nedense Arap hayranı medrese uleması, Sultan II Bayezid döneminde yaşayan ünlü Osmanlı tarihçisi Neşri’nin kaleme aldığı Kitab-ı Cihannüma’nın birinci cilt, 10. sayfasında “batıya ve doğuya hakimiyet kuran Oğuz Han’ın Zülkarneyn olduğu” bilgisini dikkate almıyordu. Yine benzer şekilde Kanuni Sultan Süleyman devrinde meşhur Rüstem Paşa’ya ya da Matrakçı Nasuh’a ait tarihin bir özeti olduğu öne sürülen Tevarih-i Al-i Osmani kitabında Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğu bilgisi de yok sayılıyordu. (Aydın Taneri-Türk Devlet Geleneği Dün-Bugün Sayfa 62) 

BU KAVİM TÜRKLERDİR

Vani Mehmed Efendi’nin asıl hedef tahtasına oturtulmasının nedeni ise Tevbe Suresi’nin 39. Ve 40. ayetleriyle ilgili yaptığı tefsir idi. Çünkü Vani Mehmed Efendi, Ekim 630’da bizzat Hz. Muhammed’in komutasında 30 bin kişilik İslam Ordusu’nun Bizans’ın üzerine yürümesi sırasında Müslümanların savaşa katılma konusunda gösterdikleri gevşeklik ve münafıkların neden olduğu fitne üzerine nazil olan bu iki ayette geçen, “Yerinize başka bir millet getirir” uyarısı ile Arapların yerine geçeceğinden bahsedilen kavmin Türk milleti olduğu yorumunu yapıyordu. Vani Mehmet Efendi, bu içtihadını şu cümlelerle dile getiriyordu:

“Allahü Teâlâ’nın avn-ü-inâyetiyle hüsn-i tevkifine istinaden biz deriz ki, bu kavm, Arap kavmine mugayyeret-i tâmme ile mugayir bulunan Türk kavmidir. Zira biz uzun zamanlardan beri karada ve denizde, şarkta ve garpta Rumlar ve Frenklerle mücadelede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zapt edip  oralarda tavattun etmiş olan Frank memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türk dili oralarda taammün ve intişar etmiş, Türkler tarafından bu memleketlerde İslam ahkamı tatbik ve icra edilmiş Türklerin yümn-ü bereketi sayesinde Hristiyan cemaatlerin birçoğu İslam dinini kabul ederek evvelce Rum, Frank ve Rus oldukları halde bilahare Türkleşmişlerdir ve bu Allah’ın Türklere nasip etmiş olduğu bir fazl-ı ilahidir, çünkü Allah’ın fazl-u inayeti büyüktür.” (Arâʾisü’l-Ḳurʾân 2. Cilt Sayfa 249-251)

KÖRÜKLENEN DÜŞMANLIK

Vani Mehmed Efendi, Arâʾisü’l-Ḳurʾân’ın bahsi geçen bölümünde; Abbasilerin köşeye sıkıştığı, Rafizilerin Mısır ve Suriye’yi istila ettiği, Rumların İslam ülkelerine girdiği zorlu bir dönemde Allah’ın Türkleri İslam Dinine dahil ettiğini öne sürüyordu. Bir kültür milliyetçisi olarak Vani Mehmed Efendi’nin bu yorum ve düşünceleri gibi, “XVII. yüzyılın dinî hayatında önemli bir yer tutan mutasavvıf-fakih çekişmesinde fakihlerin yanında yer alması, “keşke bugün yaşasaydı da biz öğrencisi olsaydık” dedirten Vani Mehmed Efendi’ye yönelik düşmanlığı daha da körüklüyordu. Gerçekten de Vani Mehmet Efendi, cemaat ve tarikatlara karşı mesafeli, hatta sert bir tutum sergilediği gibi “gençliğinde tasavvufla yakından ilgilendiğini; mutasavvıfların kitaplarını mütalaa ederek, bu kitapların sıhhatine itikat edip, dini ibadetlerini yaptığını, kırk yaşına vasıl olup, fıkha dair kitapları okuduğunda mezkûr şeyhlerin yanlış yolda olduğunu, bunun üzerine tasavvufa alaka duymaktan vaz geçtiğini” ifade ediyordu. (Doç.Dr. Yasin Kılıç- Bir Hatip ve Eğitimci Olarak Vanî Mehmed Efendi, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri/ Turkish Studies International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 10/3 Winter 2015, p. 617-632)

NİYAZ-İ MISRİ’NİN TAVRI

Nitekim Vani Mehmed Efendi, mutasavvıf şair Niyâzî-i Mısrî’nin Bursa’dan Limni adasına sürülmesi, Babaeski’de bulunan bir Bektaşî tekkesinin yıktırılması, Mevlevî ve Halvetî dergâhlarının kapattırılmasından sorumlu tutuluyordu. Niyâzî-i Mısrî, Mehmed Efendi ile olan mücadelesini bir eserine yansıtmış ve onun aleyhinde bir âyeti başka bir anlamla yorumluyordu. Tâhâ Suresinin 42. ayetinde geçen “ve lâ teniyâ fî zikrî” ibaresindeki “venâ” fiilinden gelen kelimenin ism-i fâilini alarak, “Benim zikrimde gevşeklik göstermeyin” anlamındaki ifadeyi, “Benim zikrimde Vanî olmayın” şeklinde yorumluyordu. Ayrıca ebced hesabına dayanarak Vanî’nin kendisine düşman olacağını, fakat sonunda kendisinin üstün geleceğini ayetlerden çıkarmaya çalışıyordu. …” (TDK İslam Ansiklopedisi 28.Cilt, Sayfa 458/459)

Vani Mehmet Efendi’nin tarikat ehline karşı sert tutumunun yanı sıra “Hz. Muhammed’in döneminden sonra ortaya çıkan, evliya kabirlerine, ulu zatların türbelerine karşı ibadet derecesinde bağlılık göstermek, bu tür mekânlara çeşitli adaklar sunmak, kurbanlar kesmek, çaputlar bağlamak, dileklerde bulunmak gibi adetlere, bir kısım tasavvufi uygulamalara, içki, tütün, musiki, sema vb. konulara şiddetle karşı” çıkıyordu. Bu tür adet ve uygulamaları, din dışı, sonradan uydurulmuş adetler olarak görüyor, bunların yasaklanması için saray üzerinde nüfusunu kullanıyordu. Sarayda görevli olduğu dönemde, içkinin ve tütünün yasaklanması, kahvehane, meyhane gibi mekânları kapattırması, özellikle Hristiyanlar arasında hoşnutsuzluğa yol açıyordu. Bu nedenle olsa gerek Joseph Von Purgastll Hammer kaleme aldığı Osmanlı Devleti Tarihi isimli kitabında, Vanî’yi Hristiyanların aleni düşmanı olmakla ve bağnazlıkla suçluyordu. (Doç. Dr. Yasin Kılıç- Bir Hatip ve Eğitimci Olarak Vanî Mehmed Efendi, Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri)

SABATAY SEVİ SORGULAMASI

O’nu asıl hedef tahtasına oturtan en önemli mesele ise Sabatay Sevi oldu. Bugünün Türkiye’sinde bile her taşın altından çıkan Sabatayestlerin piri Sabatay Sevi’nin yargılanması hadisesinden bahsediyoruz…

Kendisini Mesih ilan eden “Sabatay Sevi’nin şöhretinin zirveye ulaştığı 1666 yılı Yahudilerden ziyade Hristiyanlar için önemlidir. Çünkü bu tarihin Hristiyan Mesîhi’nin (Îsâ) ikinci defa geleceği tarih olduğuna inanılıyordu. Fakat Hristiyanlara göre Mesîh’ten önce Deccâl’in gelmesi gerekiyordu ve bu gelen Yahudi Mesîh, Deccâl’in ta kendisiydi, yani o ikinci defa gelecek olan İsa’nın habercisiydi. Ayrıca inanışa göre Osmanlı topraklarından çıkan bir Deccâl, Osmanlı Devleti’nin sonunu getirecek, Kudüs’ün kapılarını Yahudilere ve neticede Hristiyanlara açacaktı. Bu sebeple Sabatay hakkındaki haberler, Osmanlı Yahudilerinden ziyade Avrupalı Hristiyanlar ve Yahudiler arasında heyecan uyandırdı. Nihayet gerek Osmanlı Yahudilerinin gerekse ticaretleri sekteye uğrayan bazı Avrupa devletlerinin şikâyeti üzerine Osmanlı yönetimi, Sabatay Sevi’yi İzmir’den İstanbul’a getirterek Vezîriâzam Köprülüzâde Fâzıl Ahmed Paşa’nın da içinde bulunduğu bir mecliste sorguladı. Bir süre sonra Çanakkale Boğazı’nda bugünkü Kilitbahir Kalesi’ne hapsedildi. Osmanlı Devleti’nin nispeten güvenli bir dönemde bulunması dolayısıyla Sabatay’ın sadece hapis cezasına çarptırıldığı söylenir. Diğer bir görüşe göre ise Fâzıl Ahmed Paşa’nın malî danışmanlığını yapan Yudah ben Mordehay Kohen’in araya girmesi onun cezasını hafifletmiştir. Sabatay’ın hapsedilmesi taraftarları arasında büyük heyecana yol açtı. Osmanlı toprakları dışından gelenlerle beraber harekete katılanların sayısı hızla arttı ve olaylar kontrolden çıkmaya başladı. Bunun üzerine Sabatay, Edirne’ye getirilerek 17 Eylül 1666’da padişahın gözetiminde, Sultanın hocası Vanî Mehmed Efendi ve Şeyhülislâm Minkārîzâde Yahyâ Efendi tarafından sorgulandı.” (TDV İslâm Ansiklopedisi Cilt 35. Sayfa 334-335)

 

GÖSTER MUCİZENİ!

V. Mehmed

“Sorgulamayı V. Mehmed bir kafesle ayrılan bölümden takip ediyordu. Sabatay’ın tercümanlığını Sultan’ın başhekimi Yahudi’den dönme Hayatizade Mustafa Fevzi Efendi yapıyordu. Hayatizade, Safarat Yahudisi olduğu bilinen Sabatay’a İspanyolca, “Dünyayı altüst ettin. Haydi bakalım şimdi mucizeni göster, kendini de milletini de kurtar” diyordu. Mucizenin mevzuu olarak tertip edilen şekli ile anlatıyordu:

Sabatay çırılçıplak soyulacak. Vücudunu en maharetli okçular nişangah yapacaklar. Eğer atılan oklar vücuduna işlemezse o zaman Sultan da kendisinin Mesih olduğunu tasdik edecekti. İzmirli sahte Mesih hiç tecrübeye ve şakaya tahammülü olmayan bu teklifin dehşeti üzerine, ‘kendisinin Mesih olmadığını, böyle bir iddiada bulunmadığını, bunun bazı Yahudiler tarafından çıkarılmış bir şayiadan ibaret olduğunu’ söylese de V. Mehmed bu cevapla kanaat etmeyerek Hekimbaşı Hayatizade vasıtasıyla Müslüman olmasını teklif ediyordu.

Bu ikinci teklif Sabatay’ı bir an derin derin düşündürmüş, mürit ve mümessilleriyle birlikte bütün Yahudilik alemine kepaze olacağını Hekimbaşı Hayatizade’ye İspanyolca fısıldıyordu… Sabatay başka kurtuluş yolu kalmadığını anlayınca Hekimbaşı’nın öğrettiği şahadet cümlesini geveleyerek Müslüman olduğunu söylüyordu…

Sabatay’ın bu mecliste güya Şeyhülislam ile Vaiz Vani Mehmed Efendi ile Arapça olarak ilmi ve dini mübahaselere giriştiğini ve onların bilgisinin derinliğine hayran ederek cevaptan aciz bıraktığını da rivayet edenler oluyordu. Fakat bu rivayetin sonradan taraftarlarınca uydurulduğu aşikardı. Padişahın bizzat takip ettiği bir muhakeme meclisinde dini muhasebeye girişmenin mümkün olmayacağı tabii idi. Hele Vani Mehmed Efendi gibi tutuculuğu ve lisanının şiddeti ile meşhur olan sert bir hocanın ona ağız açtırmayacağı da pek kolay tahmin edilebiliyordu.” (İbrahim Alaettin Gövsa- Sabatay Sevi- Milenyum Yayınları, Sayfa 46-52 Baskı Tarihi 2000)

Sonuçta Sabatay Sevi’den İslâm’ı benimsemesi istendi. Yahudi hukukunda yer alan hayatın ölüme tercih edilmesi prensibinden hareketle olsa gerek Sabatay, Müslüman olmayı kabul etti ve Aziz Mehmed adını aldı.

NEDEN ANILMAZ?

Evet, düşünceleriyle ve “sapasağlam bir din adamı” kimliğiyle günümüz Türkiye’sine bile ışık tutabilecek olan Vani Mehmet Efendi, emin olun bugün yaşıyor olsaydı, yine aynı eleştirilerin hedefi olacaktı. Kim ne derse desin, hangi eleştiriyi yaparsa yapsın Vani Mehmet Efendi ile ilgili gerçeği ama sadece gerçeği büyük Türk tarih ve araştırmacısı İsmail Hami Danişmend söylüyordu. Danişmend “Arâisü’l-Kur’an ve Nefâisü’l-Furkân” adlı tefsiri ile Vanî Mehmed Efendi’nin “Türkçülük bayrağını tefsir ilminin tepesine diken yegâne Türk âlimi” olduğunu söylüyordu. (İsmail Hami Danişmend-Türklük Meseleleri)

Özetle Vanî Mehmed Efendi, bağrından çıktığı Türk milletine büyük bir sevgi besliyor, Hz. Peygamber’in sünnetine gönülden bağlı bir dini anlatıyor ve yaşıyordu. İsterseniz bu yazıyı şöyle bir soruyla bitirelim:

Bir kültür milliyetçisi olarak Vanî Mehmed Efendi, tam 336 yıldır Bursa’nın Kestel ilçesinde kendi yaptırdığı caminin girişinde yatıyor. Böylesine bir değerli İslam aliminin siz Bursa’da ya da Kestel’de düzenlenen bir etkinlikle anıldığını hiç duydunuz mu?

Bursa’daki hangi üniversite Vani Mehmet Efendi ile ilgili sempozyum düzenledi de bizim haberimiz olmadı. Hangi ilahiyatçı O’nunla ilgili iki satır kitap yazdı da biz okumadık? En acısı ise “ben bir Türk Milliyetçisiyim” diyen kaç kişi Vani Mehmet Efendi’nin kabrinin başında bir Fatiha okudu?

İskilipli Atıfların, Seyit Rızaların Mustafa Sabrilerin ve Şeyh Saitlerin onca ihanete rağmen alkışlandığı bu topraklarda Vani Mehmed Efendi gibi din adamlarının unutulması ne kadar acı değil mi?

Ama gayet normal…

Asıdlardır Arap hayranlığının, Türkü aşağılama ve yok saymanın moda olduğu, cemaat ve tarikatların her köşesini kaptığı, Sabatayistlerin ekonomi ve siyasette söz sahibi olduğu bu topraklarda kimi kime şikayet ediyoruz ki?

Yorum Ekle
Gönderilen yorumların küfür, hakaret ve suç unsuru içermemesi gerektiğini okurlarımıza önemle hatırlatırız!
Yorumlar
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.